Bu isim, gözlerine, nefesine kazınmıştı.
Lucavion.
"Hayır. Hayır, hayır, hayır..."
Elara'nın etrafındaki hava incelmiş, kendi üzerine katlanmış, dünyanın kenarları bulanıklaşmış gibiydi. Selphine'in keskin nefes alışını, Aurelian'ın şaşkın mırıldanışını zar zor duyabiliyordu. Sesleri, kafatasının içinde büyüyen gürültüye karşı statik hale geldi.
Yine on beş yaşındaydı.
Avizeler ve ipek bayraklarla süslenmiş bir kanopinin altında, evinin en güzel gümüş ve buz rengi elbisesini giymiş duruyordu. Saçları yıldız ışığı ipliklerinden yapılmış bir taçla örülmüştü. Bu gece onun anı olacaktı — ilk kez sahneye çıkışı — Elara Valoria olarak, Büyük Dükalığın varisi, ailesinin gücünün ve geleceğinin canlı kanıtı olarak dünyanın önüne çıkacağı an.
Müzik yükselmişti. Kalabalık toplanmıştı.
Her adımı prova ettiği, her hareketi beklentilerle dolu bir şekilde ilerlemişti.
Ve sonra...
Çığlık.
Melodiyi ikiye bölen şiddetli bir nezaket ihlali.
Fısıltılar bir dalga gibi yükseldi, salonu boğdu.
Ve işte oradaydı — tüm bunların ortasına sürüklendi, sahnenin çoktan kurulduğu gizli bir odadan sürüklendi. Henüz net olarak görmeden bile dehşet kemiklerine işlemişti: kendi vücudu, çıplak, savunmasız, neredeyse hiç tanımadığı bir çocuğun yanında uzanmış...
Lucavion.
Ve o, sersem gözlerle, ona uzanıyordu, o dokunuş bile şimdi bile midesini bulandırıyordu.
Suçlamalar bıçak gibi düşmüştü.
Kirlenmiş. Onursuz. Fahişe.
Soru sorulmadı. Adalet aranmadı.
Sadece yargı.
Sadece sürgün.
"Konuşmaya çalıştım."
"Gerçeği haykırmaya çalıştım."
"Ama onlar gerçeği istemiyorlardı. Bir kötü adam istiyorlardı."
Yumruklarını o kadar sıkı sıktı ki, tırnaklarının yarım ay şeklindeki uçları derisine batarken, onu şimdiki ana geri getirdi — ama zar zor.
"Babam. Alexander Valoria. Çocukken beni gökyüzüne kaldıran adam... O gece bana pislikmişim gibi baktı."
"Ve Isolde."
"Kız kardeşim."
"Deliği daha da derinleştirmek için, o dikkatli, melek gibi dudak kıvrımıyla gülümsüyordu."
Elara'nın göğsü ağrıyordu, ama bu acı tanıdıktı. Yakıt. Silah.
Yıllarca, yıllarca alaylara katlandı. İhanete. Onu tüküren ve sürünmesini ya da ölmesini isteyen dünyaya.
Ve hayatta kalmıştı.
"Kendime söz verdim."
"Hayatımın yıkık kalıntıları üzerine yemin ettim: Onlara pişman olmalarını sağlayacaktım."
Akademi. Büyüsü. Eveline'in acımasız elinde soğuk ve dikkatli eğitimi. Her aşağılanmayı yuttu. Her zayıflığı vücudundan yakıp kül etti, geriye sadece çelik kaldı.
Hepsi intikam için.
Hepsini onları diz çöktürmek için.
Ve yine de...
Yine de, tüm bunlardan sonra, kalbini kırılmaz bir şeye dönüştürdüğünü düşündüğünde, Eveline onu sürgünün çukurundan çıkarıp intikamın kılıcı haline getirdiğinde...
O ortaya çıktı.
Luca.
Lucavion değil.
Sadece Luca.
Sinir bozucu bir gülümseme ve reddedemediği inatçı, pervasız bir nezaketle zırhının çatlaklarından sıyrılan çocuk.
Onun var olmaması gerekiyordu.
Bunu çok net hatırlıyordu — onu ilk kez Stormhaven'da gördüğü anı, Eveline'in onu ilk gerçek sınavına gönderdiği yeri.
Ve o oradaydı.
Satıcılarla tartışıyor, gardiyanları etkileyerek geçiyor, sanki şehir ona hiçbir şey borçlu değilmiş gibi davranıyordu — ve o da şehre hiçbir şey borçlu değildi. Yıpranmış botları, keskin gözleri ve onu sinirden dişlerini gıcırdatacak kadar pervasız bir cesareti olan bir çocuk.
"Neden bana böyle gülümsüyorsun?" diye bağırmıştı bir keresinde, gerçek işlerden, gerçek savaşlardan nasırlı elleriyle çökmekte olan iskeleden kayarken onu yakaladıktan sonra.
O ise sanki bu çok açıkmış gibi omuz silkmekle yetinmişti.
"Çünkü birinin gülümsemesi gerekiyor."
Buna ne yapacağını bilememişti.
Onunla.
Çünkü Luca, onun keskinliğine aldırış etmiyordu. Onun soyuna boyun eğmiyordu. O soğuk davrandığında gülüyor, öfkelendiğinde daha da geniş gülümsüyor ve sinir bozucu bir şekilde, onu ittiğinde bile yanında duruyordu.
Ve eski şehrin canavarları onları almaya geldiğinde, o düştüğünde, manası tükendiğinde ve vücudu parçalandığında...
Hiç düşünmeden kendini onunla ölümün arasına atmıştı.
Kanlar içinde, yaralı, gülümsüyordu.
"Sana söylemiştim," diye nefes nefese, o anda bile alaycı bir şekilde, "birinin seni beladan uzak tutması lazım."
O geceyi hatırladı. Kanlı parmaklarıyla onun elini nasıl sımsıkı tuttuğunu, göğsündeki titremeyi korkudan değil, çok daha kötü bir şeyden kaynaklandığını.
Umut.
"Luca."
Bu isim, fısıldanmış bir söz gibi kemiklerine işlemişti.
Yeni bir başlangıç.
Sadece nefret üzerine kurulmak zorunda olmayan bir yol.
Ama şimdi...
Şimdi o lanetli isim havada yanıyordu.
Lucavion.
"Neden?"
"Neden bu ismi taşıyorsun?"
Göğsündeki kasırgayı atlatmak için nefes almaya çalışırken boğazı sıkıştı. Stormhaven'daki anılar, soğuk yıldızların altında kahkahalar, omuz omuza verilen savaşlar... Hepsi, gömmek için o kadar uğraştığı korkunç anılarla iç içe geçmişti.
Salon, Selphine'in sesini, Aurelian'ın omzuna dokunuşunu bastıran boş bir çınlamaya dönüştü.
Elara'nın görebildiği tek şey...
Hissedebildiği tek şey...
O gözlerdi.
Luca'nın gülen, pervasız meydan okuması değildi.
Hayır.
Onu mahveden çocuğun ağır göz kapakları, yarı kaybolmuş bakışları.
Lucavion.
Onun altında sıkışmış...
Çıplak...
Güçsüz...
Cildine kazınmış yakıcı utanç, ömrünün sonuna kadar taşıyacağı bir damga gibiydi.
"Hayır... hayır, lütfen, hayır..."
Zihni çılgına dönmüş, anıdan kaçmaya çalışıyordu, ama artık çok geçti.
Bu anı, sanki bıçakla kalbini deşmiş gibi içini parçaladı.
Onun ağır vücudunun baskısı, ona karşı çok fazlaydı.
Ciltlerin birbirine değdiği yapışkan, tanıdık olmayan sıcaklık.
Havanın dondurucu soğuğu, alaycı bir kalabalık gibi çıplak vücudunu saran soğukluk.
Sesinin...
Onun sesi...
Onu kurtaramayacağını fark ettiğinde.
Kapıların açılmasının mide bulandırıcı gürültüsünü hatırladı.
Soyluların nefes nefese kalışını, geri çekilmesini, yüzlerinin onun yıkımından beslenen bir memnuniyetle çarpılmasını.
Kendini örtmek için çabalarken çarşafların uyluklarına dolandığını hatırladı.
Çığlık attığını fark etmeden önce çığlığın ağzından nasıl çıktığını hatırladı.
Hatırladı...
Lucavion'un o anda ona doğru dönüşünü, yüzündeki şaşkınlık ifadesini, ona doğru uzanan elini, grotesk bir sevgi yankısı gibi.
Ve en kötüsü...
En kötüsü...
Kendi kalbindeki ihanetti.
O küçük, titreyen parça fısıldamıştı:
"Belki de öyle demek istememiştir."
Bir zamanlar Isolde'nin onu hala sevdiğini fısıldayan aynı parça.
Elara şimdi geriye doğru sendeledi, şimdiki zamandan çıkıp kendi zihninin derinliklerine geri döndü.
Parmakları, boğucu ağırlığıyla hafızasını tırmalıyordu, ama hafızası onu terk etmiyordu.
Mide bulantısı yükseldi, yoğun ve boğucu, hiçbir eğitim, hiçbir sihirin yok edemeyeceği bir safra.
Dizleri çökmek üzereydi.
Selphine'in eli onu sabitleyene kadar titrediğinin farkında bile değildi, ama sanki su içinden dokunuluyormuş gibi, uzak ve uyuşmuş gibiydi.
Lucavion.
Luca.
Güvenmeye başladığı çocuk.
Onunla farklı bir şey kurabilirdi diye düşündüğü, hayır, bildiği çocuk.
Oydu.
Her zaman oydu.
Dünya onun etrafında dönüyordu.
Işık çok parlak yanıyordu.
Hava kül tadı geliyordu.
Görüşü yine bulanıklaştı ve bulanıklığın içinde onu neredeyse görebiliyordu...
O çarpık gülümseme, o uzanmış el...
Değişiyor, dönüşüyor, o gecenin Lucavion'una karışıyordu.
Onun varlığıyla her şeyini elinden alan çocuk.
Mide bulantısı daha da arttı.
Elini ağzına kapattı, ama işe yaramadı.
– KUSMAK.
Kusma şiddetli bir şekilde geldi, cilalı zemini acı hatıralar ve ihanetle lekeledi.
Kız ikiye katlandı, bir eliyle yere tutundu, diğer eliyle kaburgalarını o kadar sıkı kavradı ki, kendini parçalayacakmış gibi hissetti.
Fısıltılar başladı.
Sessiz nefesler.
Salon tepki gösterdi, geri çekildi — o zaman olduğu gibi, her zamanki gibi.
Elara dişlerini sıktı, yanağının içini ısırınca ağzında kanın bakır tadı yükseldi.
"Burada olmaz."
"Şimdi olmaz."
"Burada düşmeyeceksin."
Ama içindeki fırtına onun iradesine kulak asmadı.
Bölüm 658 : Lucavion, Luca değil (2)
Sorun Bildir
Karşılaştığınız sorunu detaylı bir şekilde açıklayın:
comment Yorumlar